0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

24. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

24. ZİYARETÇİ

Karmen Russo.

Hapishanedeki ikinci günüm.

İlk yemeğim.

Bir dilim ekmek ile bir bardak su. Diğer mahkûmlar yemek vaktinde masaya gelmediğim için bana bunların kaldığını söylemişlerdi ve ben de başka bir şey yemeyi istemediğim için bunları yiyip bir gün boyunca yattığım ranzaya dönmüştüm.

Hapishanedeki üçüncü günüm.

İkinci yemeğim. Sadece su. Bu kez ekmek de kalmamıştı. 

Hapishanedeki dördüncü günüm.

Henüz sabahtı, kahvaltı tabağımı almış ve masaya oturmuştum ama hiçbir şey yememiştim. Benimle bu masaya oturan sekiz kişiyle beraberdim. Üzerimde hiç çıkarmadığım kıyafetlerim vardı. Saçlarım çok yıpranmış, karışmıştı. Elimdeki plastik çatalı dört ayrı bölmeden oluşan köpük tabağın içindeki zeytinde dolaştırıyor ama yiyemiyordum. Çayımın dumanı hâlâ tütüyordu ve mahkûmlar dikkat çeken sessizliğim yüzünden bana bakıyordu.

"Dört gündür hiç konuşmadın," dedi yanımda oturan kız. Bu, ranzamın üst kısmında kalan genç kızdı, yanılmıyorsam adı Serap'tı. Benimle bir iki kez daha konuşmayı denemişti ama hiç cevap vermemiştim. Sadece yatmış, birkaç defa beş ayrı kabinden oluşan tuvalete girmiştim. Uyumuyordum, geceleri herkes uyuduğunda sadece ağlıyordum, gündüzleri de gözyaşlarımı silip duvara dönüyordum; abilerimin gelip benim için bir şey yapmasını bekliyordum.

"Konuşabiliyor," diyen birisini duyunca gözlerimi ağırca kaldırıp baktım. Geldiğimde ilk konuşan kadındı, düşündüğüm gibi sert yüz hatlarına sahipti ve bana alaylı gülümsemesiyle bakıyordu. Otuz yaşından büyüktü, geniş omuzları vardı, saçları çok kötüydü. Acaba benim de mi saçlarım böyle görünüyordu? Deren öyle söylemişti.

Deren...

Mutlu musun?

Umarım mutlusundur, acı çekiyor olmam bir şeye değiyordur.

"Sen nereden biliyorsun Hacer abla?" dedi yanımdaki o kız.

"Kuşlar söyledi," dedi o kadın, gözlerini gözlerimden ayırmadan.

Kuşlarını da seni de sikeyim.

Kız önüne dönüp tabağıyla ilgilenirken ben kaşlarımı çatmaya başladım. Bana, gerçekten hakkımda bir şeyler biliyormuş gibi bakıyordu. Tek kaşımı kaldırarak ona meydan okuduğumda, dudağının kenarı kıvrıldı. "Konuşabildiğin halde neden konuşmuyorsun?"

"Konuşuyorum orospu," dedim ama İtalyanca. Konuşmamdan ziyade ne dediğimi anlamadığı için şaşırıp diğerlerine baktı ama hiçbiri anlamamıştı.

"Ne dedin lan?" dedi adı Hacer olan kadın.

Dişlerimi göstererek gülümsedim. "Çok tatlı kadınsın canım, dedim. Biliyorsunuz, ben İtalyan... Türkçeyi unutuyor bazen."

Üzgünmüş gibi bir yüz ifadesiyle kadına bakınca sandalyesinden gürültü çıkararak doğruldu. Diğerleri bakışlarını aramızda dolaştırırken, o kadın masanın etrafını yürüyüp yanıma ulaştı. Bana doğru eğilirken, "Benimle alay ediyorsun," dedi. "Sence hoş mu yeni geldiğin bir ortama uyum sağlamak yerine bizlerle alay etmek?"

Diğerleri de tatları kaçmış göründü, yanımdaki kız pek umursamadan kahvaltısını yapmaya devam ediyordu. "Hapishaneye girmişim, senin duygularının hoşluğunu mu umursayacağım? Git başımdan." Elimin tersiyle kaybol gibisinden bir hareket yaptım.

Yanımdaki kız çayını hüpleterek içince herkesin bakışları bir an ona kaydı. Gülümseyerek bizlere bakıp tekrar kahvaltı tabağına döndüğünde, başımda dikilen kadın, "Biliyorsun, hapishaneye girdin, başına daha beter şeyler de gelebilir," dedi ve önümdeki tabağı alarak doğruldu. "Bu kez de yemezsin sanırım, ziyan olmasın."

Tabağımla birlikte masanın karşı tarafına geçip yerine oturdu ve kabahati yokmuş gibi diğer mahkûmlarla sohbet ederek kahvaltımı yemeye başladı. Yemek isteseydim o tabağı alırdım ama zaten iştahım olmadığı için uğraşamazdım. Kendi kibrim için ayıracağım vaktim bile yoktu. O kadar acı çekiyordum ki kendim için peşine düştüğüm küçük hesaplaşmalarım yoktu.

Bu yüzden bir şey demeden kalktım ve mahkûmlar arkamdan bakarken ranzama geçtim. Oturup küçücük camdan görünen gökyüzüne baktım.

Abilerim n'apıyordu? Beni ne zaman kurtaracaklardı?

Dışarıda nasıl bir cehennem vardı şu an? Neler oluyordu?

Televizyondaki en son güncel haber yakalandığım ve İtalya başkonsolosluğuyla görüşüldüğüydü.

Yatağın ucunda ne kadar süre oturduğumu bilmiyordum ama biraz sonra yanıma üst ranzamdaki Serap geldiğinde iç çekerek ona yandan bir bakış attım. Benim yaşlarımda görünüyordu ve açıkçası neden burada anlamadığım tek mahkûmdu.

Bana, "Geldiğinden beri banyo yapmadın," dedi, üzerime bakarak. "Burada banyo yapabileceğini mi bilmiyorsun yoksa yapmak mı istemedin?"

Buraya geldiğimden beri aldığım en insani soru olduğu için doğruca cevap verdim. "Kıyafetim yok."

"Doğru," dedi. "Yarın ziyaret günü, bir tanıdığın getirip gardiyanlara teslim eder belki."

Birkaç yakınım ve bir sürü düşmanım vardı. Abim ve Gece gelemezdi, başka da kimse gelmeyi istemezdi. Düşmanlarım cehennemimin nasıl göründüğünü merak ediyorlardı ama bunun için bile buraya kadar zahmet etmezlerdi.

"Kimse getirmez," dedim ve konuşmayı devam ettirmek için ona neden burada olduğunu sormak istedim ama sonra... umurumda olmadığını fark ettim. Kimseye karşı hiçbir şahsi merakım, ilgim kalmamıştı. İlgim olan insanların da bana ilgisi... 

"Benim fazladan kıyafetim var," dedi ve yanımdan kalkıp iki ranza arasında duran çelik, iki kapılı dolabı açtı. İçerisinde birkaç ayrı türden kıyafet vardı. Bir siyah bluz ve şortla bana döndü. "Bunlar yeni geldi, temiz, sabun kokuyorlar hatta. Duş alıp giyinebilirsin. Aslında istediğinde gardiyanlar getirebilir, bir gardiyan çağırıp söyleyebilirsin."

Neden bana iyilik yapmayı istediğini sorgulayarak gözlerine baktım ama bunu reddetmeyecektim. Kaçtığım günden beri vücudum terlemiş, kirlenmişti. Elindekileri alırken, "Havlu?" diye sordum.

"Banyoda var.”

Banyo tuvaletle ortaktı. Tuvalet sayısı kadar da duşkabin vardı. Başımı önüme eğdim ve mahkûmlar arkamda kalırken oraya yürüdüm. Koğuşun güneş görmeyen, basık ışığından ayrılıp banyoya geçtim. İçeride kimse yoktu. Etraf çok temiz değildi ama bu durumda hijyen de önceliğim değildi. Dolaptan kendim için bir havlu alarak duşkabine yöneldim.

İçeriye girip kıyafetleri kapının arkasına astım ve soyunmadan önce suyu ayarladım. Alan küçük ve dardı, rahat hareket edemiyordum. Duvar içindeki bölmede duran sabuna yüz buruşturup kafamı iki yana salladım. Benden önce birilerinin kullandığını bilmek sabunu kullanmamı engelliyordu. Yalnız sıcak bir suyla duş alsam yeterliydi. 

Üzerimdeki kıyafetleri çıkarıp kenara bıraktıktan sonra akmaya başlayan suyun altına girdim. Sıcak akmıyordu ama buz gibi de değildi. Ilık bir su vücudumdan gürültüyle akıyordu.

Vücudum… yaralarla doluydu. Hem içeriden hem dışarıdan.

Dört gün öncesinde o kadar fazla düşüp bir şeylere zorlanmıştım ki her yerimde morluk ve yaralar oluşmuştu. [SE2] Hiçbirine de ilk müdahale uygulamadığım için iz olma yolunda ilerliyorlardı. Bileklerim, dizlerim, kollarım, karnım... Nalan'ın attığı tekmelerin acısını iki gün çekmiştim, şimdi de izleri karnıma bölge bölge yerleşmişti.

"Babası kızımın mezarına kurşun sıkmasına rağmen ondan özür diledim, af diledim ama o... Belki de haklı. Ben de olsam kendime böyle davranırdım."

Bana istediklerini yapabilirlerdi ama Edip'in son yaptığından sonra kızımın ruhunu huzursuz etmelerinden korkuyordum.

O zaman hiçbirine acımazdım.

Bu yüzden Deren de sana acımayacak.

Vicdanımdan yükselen ses, içimi bulandırıp görüşümü kapattı. Başımı arkaya attım ve su damlaları yüzümden akarken gözyaşlarımın da karışmasına müsaade ettim. Gerçekten ben bu kadar ağlayan birisi değildim ama Karina'yı kaybettikten sonra kişiliğimi de kaybetmiştim, güçsüzleşmiştim.

Ne yapacağım ben, bu acıyla ne yapacağım...

Duştan üşüyerek havluya sarınıp çıktım ve geniş banyoda bulunan kenar bankına oturdum. Vücudumu kurularken titrek iç çekiyordum ve gözyaşlarım dudağıma damlıyordu. Yanıma getirdiğim şort ile yıpranmış bluzu giyinip havluyla saçlarımı kuruladım.

Ne kadar kötü görünüyordu saçlarım.

Burada daha fazla durmadan havluyu, köşede gördüğüm kirli sepetine sallayıp koğuşa geçtim. Kapıyı kapattığımda gözlerin bana çevrildiğinin farkındaydım ama bileklerimdeki morluklara bakarak yatağıma yürüyordum. Ranzanın alt kısmına yerleşip tekrardan bacaklarımı kendime çektim, çok az görünen gökyüzüne bakarak elimi yanağımın altına yasladım.

"Haberlerde senin şu kızın annesi çıktı," dedi Hacer, hâlâ bir şeyler yiyor olmalı ki ağzından şap şap sesler çıkıyordu. "Yanında da babası vardı. Emniyetten çıkıyorlardı, baksana, televizyonda hâlâ..."

Arka planda duyduğum sesle beraber gözlerimi biraz kaydırıp dolap üzerindeki televizyona baktım. Dediği gibi, Nalan'ın Edip Akşın’la emniyetten çıktığı görüntülerdi. Spiker, Edip Akşın'ın açıklamaları birazdan, şeklinde bir şeyler söyleyerek kameramanların yakaladığı görüntüleri ekrana veriyordu.

"Yalnız ben anlamadım bu kaçırdığın kızın babası kim? Kadın başkasıyla evli ama çocuk başka birinin kucağındaydı... Galiba kadın yeniden evlenmiş. Ama ortada çocuk olunca tabii bağları kopmamıştır. İster misin sen çocuğu kaçırdığın için yeniden evlensinler, sonuçta çocuk şimdi hem annesini ister hem babasını..."

"Hacer abla ne alaka, nereden çıkardın?" dedi üst ranzamdaki kız. 

Söylediklerini kafama takmamaya çalıştım ama kafamda soru işaretleri oluşmuştu bile. Derya'nın niyetini ortaya çıkarmayı istiyordum ama o zaman Nalan onunla boşanırsa tekrardan Deren’le... Nil için yeniden bir araya gelirler miydi? 

Ruhum bu düşünceyle daraldığı için yüzümü yastığa bastırıp çok sessizce inledim.

Ertesi gün olduğunda her şey dünkü kadar berbattı. Kusma hissiyle uyanıp ranzamı terk ettim ve kusup koğuşa geri döndüğümde gardiyanın kapıyı açtığını gördüm. İçeriye girip elindeki copla kendine en yakın ranzanın demirine vurdu. "Görüş günü, uyanın."

Mahkûmlar yataklarından doğrulurken ben bize yukarıdan bakan gardiyanı izleyerek ranzama ilerliyordum. Onu izlediğimi görerek bana kaşlarını çattı ve baştan aşağıya süzüp, "Yatağını topla!" diye bağırdı.

Baygın, ruhsuz bakışlarım ve vücudum hiç hareket etmedi. Bunu gören gardiyan içeriye kadar ilerledi ve karşımda durup yüzüme eğildi. "Bir şey söylendiğinde anladığını göstermen gerekiyor."

"Egonu tatmin etmek için mi?"

Rest çekmeyi istememiştim, kimseyle muhatap olmamalıydım ama kişiliğimden ancak bu kadar uzaklaşabiliyordum. Vahşiliğimi bir noktaya kadar durdurabiliyordum. Gardiyan tek kaşını kaldırıp koridora çevirdi ve dikilen diğer gardiyana, "Hücreye götür," dedi. "Bir günü orada geçirsin."

Koğuşta sessizlik oluşurken ben anlamsızca bakıyordum. Hücrenin Türkçede ne olduğunu biliyordum ama hücreye götür demenin ne anlama geldiğini bilmiyordum. Ranza arkadaşım, "Ama bir şey yapmadı ki," dedi sessizce.

"Hücre ne?" dedim, emin olmak için.

Gardiyan kolumdan tutup çekiştirmeye başladığında ayaklarımı yerde sabit tuttum. Gardiyan bana bunu sorduğuma inanamamış gibi, "Bir gün boyunca geceli gündüzlü olmak üzere yalnız başına kalacaksın," dedi. "Cezaevinde bazı eylemler hücre cezasıyla karşılık bulur."

Karanlıkta, küçük bir odaya hapsolacaktım. Bunu hak edecek hiçbir şey yapmamıştım. O ya çok alıngandı ya da benimle durumu kişiselleştirmişti. "İstemiyorum," diye karşı çıktım. "Müdürle görüşeceğim!"

Diğer gardiyan da koluma girip beni sürüklemeye başladığında ranza arkadaşım aşağıya inip bir daha, "Gardiyanlara nasıl davranması gerektiğini henüz bilmiyor," dedi yumuşak sesle. "Bırakın, bir daha olursa alırsınız."

Bana hücre cezası veren gardiyan o kızın kolundan tutup koğuşun köşesine çekmeye başladığında, diğer gardiyan beni koridora çıkardı. Çıkmadan önce gardiyanla o kızın konuştuğunu görmüştüm. Tekrardan karşı koymaya çalışmak aklımdan geçti ama ne işime yarayacaktı ki? Bir sürü gardiyan, polis vardı ve içimden bir ses Edip Akşın yüzünden işlerin daha kişisel olduğunu fısıldıyordu. Sanki ufacık bir taşkınlığım bile olmaması gereken büyüklükte cezayla karşılık bulacaktı.

Alt kata indiğimizde diğer gardiyanın peşimizden geldiğini hissettim ve omzumun üstünden ona öfkeyle baktım. Yanımdaki gardiyan hücrenin kapısını açarken büyük bir anahtar kullanıyordu. Beni bir torbaymışım gibi içeriye ittiğinde etrafımın gerçekten karanlık olduğunu fark ettim. Kapıyı kapatıp kilidi çevirirken, dört köşeli, dikdörtgen bölmeye yaklaşıp, "Burada ne kadar kalacağım?" diye sordum.

"Yarın, gün doğumuna kadar." Bir şey eklemeden küçük bölmenin sürgüsünü çekti, beni tamamen karanlıkta bıraktı.

Bilerek yaptıklarına bahse girerdim.

Gerileyip gözlerim karanlığa alıştığında etrafıma baktım. Köşede, demir ayaklı bir yataktan başka hiçbir şey yoktu. O kadar sessizdi ki, göz kırpışımın sesini bile duyuyordum. Yatağa oturdum ve elimi saçlarım arasından geçirerek, "Buradan çıkacağım," diye fısıldadım. "Haber İtalya'ya kadar uçtuysa abilerim beni asla burada bırakmaz. Haberin gitmesine bile gerek yok, Noah onları çağırmıştır. Ama buradan nasıl çıkaracaklar beni?"

Sonsuz para karşılığında?

Yatakta, sonrasında hiç kıpırdamadığım bir pozisyon alıp karanlık tavana döndüm ve orada yaşadıklarımı görerek ağrıyan vücudumu tuttum. Ya kaçmayı başardıktan sonra neler olurdu? Deren, cezamı çekmediğim için daha da mı nefret ederdi benden?

Neden onun nefreti benim için bu kadar ağırdı?

Önce dakikalar, ardından saatler geçti. Ara ara derin sessizlik, bazen de koğuşların açılıp kapanan sesini duydum. Merdiven basamaklarını çıkıp indiklerini anladım. Gardiyanların anlık yükselen bağırtılarını, copların koğuş kapılarına çarpan sesini...

Acaba Karina da bu kadar karanlıkta kaldı mı?

Hücrenin tavanında bir Karina'nın, bir Deren'in ve bir de Nil'in yüzlerini görüyordum.

Saatler sonra bile hâlâ orada hiç gerçekleşmeyecek hayallerimi, Deren'i, bana bakışını görürken kapının açıldığını duydum. Anahtar sesinden sonra içeriye ışık sızdı ve gardiyan kapıda dikildi. "Kalk. Ziyaretçin var."

Söylediğini kavrayabildikten sonrasını inanamayarak geçirdim. Kim beni görmeye gelirdi ki? Kendimi yataktan kaldırdım ve kapıya ulaştığımda gardiyan koluma girerek koridora benimle çıktı. "Ziyaretçim kim?"

"Bana sadece seni getirmem gerektiği söylendi."

Noah mıydı? Sanmıyordum. Çünkü o da benimle aranıyor olabilirdi, Deren ailemle yaptığımı düşünüyordu, ziyaretçi olarak almazlardı. Ondan başka... Kendisi olabilir miydi? Deren'in kendisi.

Canımı daha yakından yakmak için mi gelmişti?

Elimle saçlarımı düzeltmeye başladım ve önüme düşmüş tutamları kulaklarımın arkasına koydum. Yıpranmış uçlarını saklamaya çalışıp üstümdeki bluzu da düzelttim. Cezaevinde ayna yoktu, nasıl göründüğümü bilmiyordum. Muhtemelen yorulmuş ve çirkin.

En alt kata indik ve uzun, çok güneş görmeyen koridoru yürüdük. Sesler duymaya başlamıştım. Açık kapıdan içeriye girdiğimde büyük görüşme salonunda buldum kendimi. İnsanların karşılıklı oturduğu masalar vardı ve gardiyanlar dikkatle görüşmeleri izliyordu.

Bakışlarım gardiyanın beni yönlendirdiği yerde yoğunlaştığında alnımdaki ter damlaları soğuk birer kristale döndü âdeta.

Ziyaretçim Gece'ydi.

Yüzümdeki kasların oluşturduğu gülümsememi hissettim ve Gece de aynı şaşkınlıkla ayağa kalktığında ona sarılmak için hızlandım ama gardiyan beni durdurup, "Temas yok," dedi.

Gece gardiyana kaşlarını çatarken ben siyah sandalyeyi çekip oturdum ve Gece de karşıma yerleşti. Gardiyan uzaklaştığında arkamı dönüp kontrol ettim ve sonra tekrar Gece'ye döndüm. Gözlerini ilgiyle, inanamayarak yüzümde dolaştırıyordu. Ellerimi ona uzattım ama bir müdahaleyle karşılaşmak istemediğim için dokunmadım. "Buraya nasıl geldin?" diye sordum duyacağı fısıltıyla. "Sen... Bir şey anlatmadın değil mi? Gece, kendini riske atmayacağına söz vermiştin."

Endişemi sezdiği için hızlı bir şekilde reddedip, "Hayır," dedi. "Ama yapmayı istiyorum. Günlerdir delirmiş durumdaydım, hiçbir şey yapamıyordum. Babamın imkânlarını öne sürüp zor güç görüşme ayarladım, görüş listesinde ismim görünmeyecek ama babam çok sorguladı." Uzanıp kısa bir an için elimi kavradı ve gözleri bileklerimde takılı kaldı. "Kelepçe izi mi onlar?"

"Babana sakın anlatma," diye ikaz ederken gözlerimi yüzünden ayırmıyordum. Onu özlediğimden yalnız bakmak istiyordum. [SE3] "Buraya gelmen çok tehlikeli Gece. Tüm gardiyanların gözü üzerimde, bir şekilde Edip ya da Deren'in kulağına giderse..."

"Umurumda değil," dedi dişlerini sıkarak. Üzerinde siyah deri ceketi vardı ve kısa saçları bir nebze yüzüne düşmüştü. "Yaman ve ben günlerdir haberleri takip ediyoruz. Edip yukarıdan o kadar bastırıyor ki tüm gazeteler, kanallar ayaklanmış durumda. Haberi gündemde tutmak onun için çok kolay ve işin içine İtalyan mafyası da girdiği için olay daha ilgi çekici oldu. Onları sana karşı durdurmak neredeyse imkânsız."

Gazetecilik bölümünde okuduğu için her şeye benden de daha fazla hâkimdi. Cezaevinde olmama rağmen dışarıda hâlâ kaos vardı, ülkeler arasında sıkı bir irtibat kurulmuş olmalıydı. "Abilerim beni buradan çıkarmanın yolunu bulacaktır," dedim. "Sen ortalıkta görünme, kimseye bir şey anlatma. Ben sizden bahsetmedim, bahsetmeyeceğim de."

"İçime hiç sinmiyor," dedi, gözleri yüzümde, üzerimde dolaşmayı sürdürürken. "Onu ben ve Yaman kaçırdık ama tüm suç senin üzerine kaldı."

Tetiklenip etrafıma, birinin bizi dinleyip dinlemediğine baktım. "Bunu bir daha tekrarlama, hiçbir yerde, kimseye. Bunu benim yüzümden yaptın, senin de ruh sağlığın iyi değildi. Deren benden ve ailemden şüpheleniyor zaten. Aslında... Yaman’la ilgili şüpheleri de var, bir süre ortalıkta görünmemesini söyle."

Beni dinledikten sonra, "Böyle olmamalı," dedi. "Tüm cezayı sen çekmemelisin, hiç adil değil." Gözleri omuzlarından aşağıya inip bileklerimde durdu tekrardan. "İyi görünmüyorsun, hasta mısın? Sana nasıl davranıyorlar? Deren seni bulduğunda ne yaptı? O gün Nil'i bıraktıktan sonra sana ulaşamadık, aynı günün akşamında da haberlerde seni gördük. Günlerdir elim kolum bağlıydı, ne yapacağımı bilemedim."

"Deren'i Nil'in yanına götürdüm, Nil'i bulunca da kaçtım yanından. Sonra olanlar işte... Beni Edip buldu, Deren ondan aldı. Sonra da polise teslim etti..."

Araya girerek, "Edip veya Deren'in seni öldürmesinden çok korktum," dedi hızlıca. "Yamanla seni aramaya çıktık ama hiçbir yerde bulamadık."

"Edip denedi," dedim o yağmurlu geceyi düşünerek. Aklımdan çıkmayacak, aklımı yerinden çıkartan bir andı bana yaşattığı. "Karina'yı öğrenmiş, öldüğünü de. Beni bulup mezarlığa götürdü, Karina'mın mezarına... kurşun sıktı."

Dehşete sürüklenişinin oluşturduğu sessizlik bana o geceki gök gürültülerini tekrar dinlemem için zaman verdi. "Bunu yapmış olamaz," inkârını duydum. "Nasıl yapar? O kendini ne sanıyor ya? Birinin mezarına kurşun sıkılır mı hiç? Kaldı ki o masum, küçücük bir çocuk... Güya böyle mi cezalandırıyor seni? Aynı şey mi bu? Biz Nil'i incitmedik, ailesini özlemekten başka acı vermedik ona! Asıl canice olan onun yaptığı, canavar olan da o!"

"Bana ya kendini öldür ya da ben kızına kurşun sıkmaya devam edeceğim dedi. Ben de silahı alıp kalbime yasladım..."

Gece o an karşısında oturduğuma inanamıyor gibi, "N'aptın?" dedi.

"Kendimi vuracaktım," dedim kalbim o geceki gibi atarken. "O an Deren geldi, kurtardı beni."

"Sen, sen gerçekten... Deren gelmese kendini mi vuracaktın? Seni o mu kurtardı? Gelmese gerçekten yapacak mıydın?"

"Evet, bir şekilde bulmuş." Ve o gece tetiğe dokunan parmağımı düşündüm. "Yapacaktım Gece, gerçekten yapacaktım."

"Deli misin sen?" Diye isyan etti ve sonra kafasını kaldırıp temkinle etrafına baktıktan sonra bana döndü. "Neler yaptın sen kızının katillerini öldürmek için! Neler neler yaptın! Kendini nasıl öldürmeyi düşünürsün? Hem de öyle bir piç yüzünden? Aksine silahı çevirip ona sıkman gerekiyordu!"

Ama nasıl... Karina'ya kurşun sıkarken nasıl hayır derdim?

Kalbim Karina'm.

"O zaman Deren de mi öğrendi Karina'yı?"

Islanmış kirpiklerimi sertçe silip Gece'ye doya doya baktım. "Hayır, konuşmaları duymamış. Sonrasında ona söylemeyi çok istedim Gece, Karina'yı bilmesini, bana sarılmasını istedim. Geçmeyeceği halde geçti Karmen, demesini istedim ama söyleyemedim. Leila kimliğim ortaya çıkarsa tekrar o hastaneye girmekten korkuyorum. Hapse dayanabilirim ama oraya değil. Ya ilaçlarla Karina'mı unutursam?"

"Bir dakika bir dakika," dedi hızlıca. Yüzünde şaşkınlık ifadesi vardı. "Sarılmasını mı istedin? Neden? Ayrıca zaten tüm Türkiye'ye servis edildin. O hastanede çalışan birileri, o dönem seni tedavi eden doktorlar bunları zaten polislerle paylaşır ki. Ayrıca yine o dönem Karina dosyasıyla ilgilenen polisler de seni tanıyıp gündeme getirebilir olayları."

"Evet, bunları ben de düşündüm. Elbet ortaya çıkacak." Bunu uzun vadede gizleyemezdim ama ben İtalya'ya döndükten sonra ortaya çıkmasını istiyordum. "Edip Akşın, Deren'in bunu öğrenmeyeceğini söyledi, bana acımaması için... Muhtemelen gerçeği öğrendiği doktordan bunu gizlemesini isteyecek ama dediğin gibi illaki bir şekilde ortaya çıkacaktır."

"İnanamıyorum, nasıl Karina'ya bunu yapar," dedi Gece, gözleri dolmuşken. "Canım benim, yaşadığı hiçbir şeyi hak etmedi."

Karina için üzülen birilerinin olmasını seviyordum.

"Az önce söylediğin," dedi bana biraz daha yaklaşarak. Gözlerime bakarken kuşkuluydu. "Deren'in sarılmasını istedim dediğin kısım? Neden öyle dedin, aklıma takıldı?"

Sezdiği, şüphelendiği şeyler vardı ama Deren'e sarılmamdan bahsetmem konusunda şaşırmıştı. "O sarıldığında iyi hissediyorum çünkü," dedim Deren'i düşündüğümde hatırladığım yıpranmış saçlarıma dokunarak.

Sanki ağzımdan bir şeyler kaçırmışım gibi kalbim hızlanmıştı. Deren sözkonusuyken yüreğimde bir güneş sıcaklığı oluşuyordu. "Karmen, sen... Deren'e bir şeyler mi hissediyorsun?"

Bu soruya cevap vermem bile yasakmış gibi, "Noah?" dedim merakla. "Onunla görüşebildin mi? Sana ulaştı mı?"

Dalgın dalgın gözlerini kırpıştırdıktan sonra, "Hayır," dedi. "İtalya ile görüşülüyor, ailen çoktan öğrenmişlerdir. Eminim bir şeyler yapıyorlardır."

Evet, ben de emindim bundan. Beni asla bırakmazlardı. Hele Noah, beni kaybettiği için delirmiştir. Abilerime güveniyordum, onlara karşı ne kadar hata yaparsam yapayım beni evimize götüreceklerdi. 

"Deren seni neden öldürmedi?" dedi Gece, sanki cevap gözlerimdeymiş gibi bakıyordu. "Edip bile seni öldürmek istemişken Deren niye polise teslim etti? Pekâlâ öldürebilirdi. Suikastçıydı dedin, öldürüp kolaylıkla ortadan kaldırabilirdi."

"Acısız ölmemi istemiyor."

"Çok saçma," dedi parmağıyla masada ritim tutarak. "Resmen bahane. Asıl senden kurtulunca rahatlardı ama yapmadı. Ayrıca daha ne kadar acı çekeceksin Karmen? Hayatımda senden daha fazla acı çekmiş birisini tanımadım ben. Sevdiğin adam kızınızı reddetti, yalnız doğum yaptın, kızını kaybettin, hastaneye kapatıldın, ailene ulaşamadın, baban felç geçirdi, Edip kızının mezarına kurşun sıktı, o Nalan aptalı seni dövdü." Elini yüzümdeki izlere uzatacaktı ki duraksayıp geri çekti, yenilmiş gibi omuzlarını indirdi.

Burukça gülümsedim. Dişetim hâlâ acıyordu ve konuşurken dudağım yukarıya kalkıyordu. "Peki bunların kaçından Deren'in haberi var? Sadece birinden. Nalan'ın beni dövdüğünden. Onun dışında başka hiçbir şeyden haberi yok."

"Kahretsin!" İç çekti. "Anlat o zaman."

"Nasıl?" dedim. "Elim kolum bağlı. Bana inanıp affedecek olsa hemen anlatırım ama anlattıklarıma rağmen umursamazsa, üstelik ifşa ederse hastaneye kapatıldığımla kalırım."

Sanki ne kadar çok acı çektiğim anlaşılmadığı için rahatsızdı, herkesin beni anlamasını istiyordu. "Zaten öğrenecek. Bunu söyleyen sen ol Karmen."

Ağrı yüzünden karnımı tuttum ve ani gelen ağrı sonucu vücudum ısınırken, gardiyanların görüşmenin sonlandığını haber veren sesini duydum. Gece panikleyip, "İçeriye senin için kıyafet, yiyecek, para, merhem falan bıraktım," dedi. "İstediğin bir şey var mı? Bir daha gelirsem getiririm."

Gardiyan yanımıza yaklaşmadan aceleyle ve fısıltıyla, "Doğum kontrol hapı," dedim. "Düzenli alıyordum ama bir haftadır içmedim, içmem gerekiyor Gece. Gerekli, anlıyor musun?"

Afalladı ve ben gardiyan görmeden onun ellerini tutup sıktığımda ağzını açıp kapattı. "Doğum kontrol... Burada ona ne ihtiyacın var ki anlamadım."

Gardiyan geldiğinde doğrulmam gerekti ve sandalyemden kalkıp ona son kez doya doya bakarken, "İzin verirlerse lütfen dediğimi yap," dedim.

Sandalyeden kalkmayı denedi ama şaşkınlıktan hareket edemedi. Gözleri ciddi bir korku taşıyordu ve son söylediklerimden sonra ağzı açık kalmıştı. "Yoksa..."

Gardiyan bir daha, "Görüşme sonlandı," diyerek kolumdan tuttuğunda yürümeye başladım ama aramıza kapı ile duvar girene kadar omzumun arkasından onu izledim. Yerinden hareket edemeden arkamdan bakıyordu.

Aklına gelen o soru doğruydu.

Üst kata çıktığımızda bir an koğuşa geri döneceğimi düşündüm ama hücreye ilerledik. Kolumdan tutan gardiyanın ciddiyeti ve sorumlulukla işini yapması daha kolaylaştırıyordu. Bana hücre emri veren gardiyandan nefret etmiştim.

Hücrenin kapısını açıp beni içeriye ittiğinde hızla arkamı döndüm ve gardiyana, "Sürgü açık kalabilir mi?" dedim.

Kapıyı kapatıp kilitledi ve kapının yukarısındaki dikdörtgen bölmenin sürgüsünü açık bırakarak uzaklaştı.

Bu şekilde biraz olsun ışık sızıyordu hücreye.

Yatağıma dönüp bacaklarımı kendime çektiğim bir pozisyon buldum ve gözlerimi kapatıp uyumaya çalıştım. Karina'yı bir kez rüyamda görmüştüm, artık ikinci kez de görebilirdim. Yatağın ucuna kadar kaydım ve alnım neredeyse duvara yaslandı. Dudaklarım arasından ufak ufak fısıltılar döküldü. Karina'yı rüyamda görmeyi istiyorum, lütfen, lütfen.

Hücredeki bu karanlıkla gece mi, gündüz mü ayırt etmek çok zordu. Uyandığım birkaç sefer ertesi gün olup olmadığını sorguladım ama hâlâ hücredeydim, bu yüzden aynı günde olduğumuzu anladım.

Karina rüyama gelmediği için sinirlerim yeniden bozuldu.

Son kez uykuya daldığımda bu sinir bozukluğuyla ağlıyordum ve kendime gelmemi sağlayan şey gürültülü anahtar sesiydi. Gözlerimi kırpıştırıp uyanmaya çalışırken kapının aralandığını ve koridordan bir parça ışık sızdığını gördüm. Gardiyan yatağın ucuna kadar yaklaşınca da yüzünü görme şansım oldu. Bu, hücre cezası veren gardiyandı. "Koğuşuna döneceksin, kalk."

Bana bir daha hücre cezası vermemesi için, "Burada kalacağım," dedim. "Burayı sevdim, sessiz. Diğer koğuşta çok fazla mahkûm var, beni rahatsız ediyorlar."

"Kalk dedim." Tekrarlama ihtiyacı duymaktan rahatsız olmuş gibi ses yükseltiyordu.

Oflaya oflaya kalktım ve gardiyan koluma sertçe girince vücudumdaki ağrıların farkına vardım. Ayrı ayrı bölgelerim ağrıyor, yürürken aksıyordum. Koridora çıkıp koğuşuma gidene kadar gözlerimin önü çok kez döndü. Ben iyi bile dayanmıştım, bu bünye ve yorgunlukla birkaç kez bayılmış olmam gerekiyordu tıbbi açıdan.

Koğuşun kapısını açıp beni içeriye ittiğinde gösterdiği muamele dişlerimi sıkmama sebep oldu. Diğer mahkûmlar masadaydı, kahvaltı saati olmalıydı. Benim sandalyem boştu ve hepsi süzerek bana bakıyordu. Koğuş kapısı kapanıp gardiyan siktir olup gittiğinde ağır adımlarla yürümeye başladım. Ranza arkadaşım masadan seslenerek, "İlk hücre her zaman zordur," dedi üzgün bir sesle. "Tabağın burada, gelip bir şeyler ye."

En azından hayatta kalmak için bir dilim ekmek yemem gerekiyordu. Masaya sadece bunun için oturup o bir dilim ekmeği parçalarına böldüm. Karina'ya altı ayından sonra hazır gıda vermeye başlamıştım. Ona ekmeğin içini yumuşatarak yedirirdim, bundan da hoşlanırdı. İlk doğurduğumda sütüm gelmemişti, doktor stresten olduğunu söylemişti ama sonradan besleyebilmiştim onu. Şimdi... son beslediğim günü aklıma getirmeye çalışıyorum da ne kadar uzun zaman geçmişti.

Ranzama geçtiğimde bileklerimde belirginleşen izlere baktım ve yatağın üzerine bırakılmış eşyalar gördüm. Elimi uzattım ve marka pijama takımlarına, kıyafetlerine, merheme bakarak, "Bunları kim bıraktı?" diye sordum havaya doğru.

Ranza arkadaşım Serap cevap verdi. "Dün ziyaretten sonra gardiyan getirip verdi."

Aklımdan geçtiği gibi Gece'nin getirdiği kıyafetlerdi. İç çamaşırı görüp eksikliğini hissettiğim için doğruldum. Banyoya gidip boş kabine girdim ve üzerimdeki emanet kıyafetleri çıkarıp beyaz pamuklu çamaşırları ile eşofman takımını giyindim. Siyah, düz, altlı üstlü bir takımdı. Çıkardığım kıyafetleri yıkanması için sepete aldım ve koğuşa geçtiğimde mahkûmların kendi aralarında bir şeye güldüğünü gördüm.

Huzursuzca yatağa oturunca getirdiği diğer şeylere de baktım. Birkaç yiyecek şey getirmişti. O atıştırmalıklardan çikolatayı seçip açtım ve yemeye başladım. Sırf Gece her şeye rağmen buraya geldiği için yiyordum. Tehlikeleri göze alıp benimle görüşmüştü, umarım Deren bunu asla öğrenmezdi.

O gün son öğünüm bu çikolata oldu ve akşama kadar uzandım. Koğuştaki diğer insanların bana bulaşmamasından kaynaklı olarak saatlerimi sessiz geçirmiştim. Televizyon ara ara çalışıyor ve haberler kulağıma geliyordu ama güncel bir şey yoktu. Küçük pencereden görünen gökyüzünde çok az yıldız vardı ama bir tanesi iriydi ve dakikalardır onu izliyordum.

Çikolata yediğimden beri susuz olduğum için kalkıp karanlıkta masaya yürüdüm. Orada hep bir su şişesi ile plastik bardak oluyordu. Suyu kana kana içene kadar bu kadar susadığımı anlamamıştım. İkinci bardağı da içip dudaklarımı temizledim ve tuvalet ihtiyacım doğunda banyoya ilerledim. Kabine girip vücudumu bir yere değdirmemeye özen göstererek işimi bitirdim ve çıkmak için kapıyı açtım. 

Lavaboya gittim ve suyun altında ellerimi yıkarken, yıllardır gelişen içgüdülerim sayesinde bir gariplik sezdim. Bu yüzden ellerim suyun altından çekildi ve gözlerim, başım hareket etmeden arkaya çevrilirken ensemde nefes hissettim. Bu, beni tamamen atağa geçirmeyi sağlayan şey oldu ve hızla arkamı dönünce karanlıkta parlayan bıçağı gördüm. Kalçam lavaboya yaslanırken, o bıçağın yakınlığından uzaklaşmak için başımı kaldırdım ve...

Bana bıçak tutanın ranza arkadaşım olduğunu gördüm.

Buraya girdiğimden beri bana en sıcak davranan kendisiyken...

Hamlesini yapamamaktan ötürü çatılmış kaşlarının altından bana bakarken bir adım daha yaklaştı ve dudaklarımdan acımayla karışık, "İkiyüzlü," sözcükleri döküldü. "Bana dostça yaklaşmanın sebebi en başından beri beni bıçaklayacak olman mıydı?"

Başını yanına eğdi. "Genelde herkes melek gibi bir yüzüm, şeytan gibi ruhum olduğunu söyler."

Elini havaya kaldırdığında tüm öfkemi ondan çıkarmak için hazırdım. Muhtemelen bunu yapması istenmişti, Edip Akşın tarafından. Bu yüzden daha da hırslanıp onun kolunu iki elimle birden havada yakaladım ve birbirimize bakarken geriye doğru ittim. Dişlerini sıkarak kolunu kurtarmaya çalışırken onu banyonun duvarına sertçe itip ayağımı ayağına bastırdım sıkıştırmak için. "Senin ruhunu öyle bir sikerim ki tatlım, meleksi yüzünden okunur."

Dizini kaldırıp karnıma vurmayı denerken kolunu da kurtarmaya çalışıyordu. Kendimi, dizinden kurtaracak kadar geriye atıp bileğini tam tersi çevirince boğazdan bir inleme sesi çıkarttı. Kolu arkaya büküldüğü için bedeni de katlanmıştı. "Bıçağı hangi gardiyan verdi?"

Bıçağı vermemek için daha sıkı tutuyordu ama ben ondan daha fazla teknik biliyordum. Bir mafyaydım, kalabalığa karşı yalnızken zorlanabilirdim ama bire bir yarışta asla kaybetmezdim. Ellerimiz bıçak için boğuşurken, "Bakıyorum zekisin," dedi. "Ama yeterince değil. Bana zarar verirsen hücreye geri dönersin, üstelik en az bir hafta kalırsın."

"Buraya, size bayıldığımı mı sanıyorsun sürtük?" Bileğini çevirdiğim son sefer de elleri titredi ve bıçak fayansa düştü. Bununla beraber inleyip doğrulmayı denediğinde onu saçlarından kavrayıp sertçe yere fırlattım. Arkamı dönmeden, o sessizce inlerken yerdeki bıçağı alıp üzerine yürüdüm. "O gardiyana söyle. Edip'e desin ki; Karmen seni eninde sonunda öldürecek. Yakında değil ama onu öldüreceğim. Sürekli tetikte olsun, ensesinde nefesimi arasın. Bir gün nereye gidersem gideyim, kaçarsam kaçayım onun için geri döneceğim ve öldürüp mezarına kurşun sıkacağım."

Gözlerinde ilk kez korkuyu gördüm, sonrası onun için hiç iyi olmadı. Üzerine eğilip elimi ağzına kapattım ve bıçağı kalçasının kenarına, dolgun etine sertçe bastırırken gözlerimi gözlerinden çekmedim. Vücudu zayıf olduğu için karşı koymakta zorlandı ama yine de kurtulmayı deniyordu. Bıçağı orada bırakarak elimi çektim ve diğer elimi ağzına daha sert bastırarak, "Ben acı çekiyor olabilirim ama kim olduğumu biliyorum," dedim. "İçimdeki gücün farkındayım. Kimlere neler yaptığımı hatırlıyorum. Yanından geçtiğimde tüylerini ürperttiğim insanların isimlerini hâlâ anımsıyorum. Vicdan azabım yüzünden bana verdiği acıyı kabul ettiğim insanlar olabilir ama bu herkese karşı bir boyun eğiş değil. Burada seni öldürür ve hiçbir sorumluluk hissetmeden siktir olup giderim. Sakın benimle boy ölçüşme."

Tiksintiyle bakarak üzerinden kalktığımda alçak sesli bağırtısını duydum. Gözlerini çevirip karanlıkta yarasını ararken bir yandan da doğrulmaya çalışıyordu. Arkamı döndüm ve banyodan çıkıp koğuşa döndüm. Sakince ranzanın alt kısmına uzanıp gözlerimi kapattım.

Banyodan gelen bağırma ve inleme seslerine uyanan ilk kişi Fulya oldu. Söylenerek ilerledi ve içeriye girdikten biraz sonra konuşma seslerini duydum. Ranza arkadaşım olacak sürtük Fulya'nın kolunun altında koğuşa dönerken, "Gardiyanlara söyleme!" diyordu uyarır bir sesle. Gözlerim açıktı ama karanlıkta çok belli olmuyordu, muhtemelen Fulya uyumadığımı bilmiyordu. "Bıçağı nereden bulduğumu soracaklar, uğraşamam."

"Nereden buldun?"

Fulya onu ranzasına çıkaramayacağı için kendi yatağına oturttu. "Karıştırma boş ver," dedi melek yüzlü şeytan. "Olay müdüre kadar gider, uğraşamam."

"Kim yaptı?" diye sordu Fulya ve uzun süreli sessizlik oluştu, kız cevap vermedi. Adımı söyleyebilirdi, ben de olan biteni anlatırdım. Ben yanarsam o da yanardı muhtemelen. Bıçağı gardiyan yardımıyla içeriye sokan kendisiydi, muhtemelen gardiyan sessizce işi bitirmesini söylemişti.

Ya da Edip Akşın.

Telefonun diğer ucunda yaralanma haberimi bekliyor olabilirdi.

Bekle orospu çocuğu, bekle...

O geceden sonraki günlerde çok az uyudum, hep tetikte oldum, kimseye güvenmedim, konuşmadım. O olayın ertesi gününde ranza arkadaşımı, beni hücreye atan gardiyanla konuşurken görünce ortaklaşa yaptıklarından emin oldum. Olayın koğuştan çıkmaması için gardiyan kızı sessizce revire götürdü ve geldiklerinde gözlerini benden ayırmadı.

El sallayarak gülümsedim.

O günden sonra Serap benimle hiç konuşmamıştı ve diğer mahkûmlar olanları sezmiş gibilerdi fakat bir şey demiyorlardı. Bir şüphe tohumu ortaya çıkmıştı. Geceleri herkes dikkatli uyuyordu ve gardiyan daha sıkı kontrole geliyordu.

Bugün de olayın üzerinden geçen altıncı gündü ve yeni bir ziyaret günüydü. Bu kez daha fazla şey yiyebilmiştim ve açık havaya çıkma günü olduğu için günler sonra dışarıya çıkmıştım. Cezaevinin arkasındaki duvara yaslanmış, çitlerden dışarıya, mavi gökyüzüne bakıyordum.

Karina'mı hep özlüyordum ama bugünlerde bir de Nil'i özlüyordum.

Benden bahsediyor mudur? 

Umarım onu ne kadar sevdiğimden bahseder, Deren'i yumuşatır.

Açık havadan sonra tekrar cezaevine girip koğuşa döndüğümüzde ranzamın altında sabırsızca oturdum. Belki Gece yine gelirdi, benimle görüşürdü. Tanıdığım, sevdiğim birilerine ihtiyacım yoktu. [SE4] Gece ile birkaç dakika konuşmak bile iyi gelecekti.

Gardiyan aralıklarla gelip ziyaretçisi olan mahkûmları çağırırken ismimin söylenmesini bekliyordum. Dakikalarca bekledikten sonra ümidimi kesmek üzereydim ki kapı bir daha açıldı ve gardiyan gözlerini gezdirip beni bulunca, "Ziyaretçin var," dedi.

Fırtınalı duygularla ayağa kalktım. "Kim?"

"Gel," dediğinde hevesli olduğum için diğer mahkûmların gözü önünde yürüdüm ve dışarıya çıktığımızda kapı arkamda kapandı. Diğer koğuşların önünden geçip alt kata inmek yerine üst kata çıktığımızda, "Görüşme salonu aşağıdaydı?" diye doğrulamak istedim.

"Özel izinli ziyaretçin var."

Başka birisi miydi? İyi ama kim olabilirdi?

İki kat daha çıktık. Burada koğuşlar yoktu, birbirinden yetkili insanların odasına çıkan kapılar vardı. Gardiyan, beni kapısının önünde bir polis memurunun olduğu odaya getirdiğinde, odanın kapısındaki rütbe ismini okuyup müdür odasına geldiğimi anladım. Gardiyan kapıyı açıp benimle içeriye girdi.

Bakışlarım koltukta oturan kişiye çevrildi ve gözyaşları bastırdı.

Gelen Noah'tı.

"Abi!" Kendimden beklenilmeyecek kadar hızlı koşuşum abimin sıcak kollarında tamamlanınca beni belimden tutup kendi etrafımda çevirdi. "Abi beni almaya mı geldin? Sizi bekliyordum, günlerdir benim için gelmenizi bekliyordum!"

"Evet, güzelim geldim," dedi İtalyanca.

Sesli ağlayışımdan akan gözyaşları abimin üstünü ıslatırken kapının kapanma sesini duydum. Abim yüzümü görmek için beni bıraktığında tabanlarım zemine değdi. Çenemden tuttu ve endişeli gözlerini yüzümde dolaştırarak kaşlarını derinden çattı. "O sürtüğün seni nasıl dövdüğünü gördüm, kendini ne sanıyor o?"

Ah... Nalan'dan bahsediyor olmalıydı. Burada bir ayna olmadığından ben göremiyordum ama muhtemelen suratımda yer yer izler vardı. "Buraya nasıl gelebildin?" dedim gözyaşlarımla ve aklım başıma geldiğinde kafamı çevirip odaya baktım. Yalnızdık.

"Özel izin aldım," dedi abim, sonra da üzerimdeki eşofmanın kollarını sıyırarak vücuduma baktı. "Çok zor oldu, günlerdir bunun için çabaladım. İtalya konsolosluğu, içişlerini devreye soktuk. Türk polisinin bizim hakkımızda arama kararı çıkarmasına sebep olacak tek kanıt bulunamadığı için izin verildi."

Beni ters çevirip enseme, sırtıma baktı ve ben ağlamaya devam ederken tekrar yüzüne doğru döndürdü beni. Ellerim sıkıca büyük, güçlü ellerinden tutarken, "Bir şeyim yok, ben iyiyim," dedim beni kontrol etmesini durdurarak.

"O sürtük sana böyle davranmanın bedelini ödeyecek." Noah beni kollarının arasına yeniden çekince hıçkırıklarım göğüskafesinden içeriye girmenin yolunu buldu. Saçlarımı koklayarak okşadı ve yanaklarımdan, alnımdan öperek bir daha göz teması kurdu. "Nasılsın burada? Sana nasıl davranıyorlar?"

"Lütfen beni buradan çıkarın," dedim hemen. Abimin ellerine, merhametine o an öyle ihtiyaç doluydum ki bir saniye olsun bırakamıyordum. "Hak ettim belki ama dayanamıyorum abi, Mark'ı öldürmeden ölmek istemiyorum."

Dirseklerimin altından tutup beni az önce kaldırdığı koltuğa yönlendirdi. Oturtup önümde dizi üzerine çökünce eli yanağımın üzerindeydi. "Çıkaracağız Karmen, yemin ederim ki çıkaracağız. Abimler konsoloslukla hâlâ irtibat halinde. İtalyan vatandaşı olduğun için İtalya'ya iadeni istiyoruz. Bunun için konsoloslukla iletişim halindeyiz. Eğer onlar yapamazsa seni kaçıracağız."

"Hapishanedeyim Noah." Elini o kadar sıkmamın bir sebebi olduğunu biliyormuş gibi diğer elini de elimin üstüne koydu. "Buradan nasıl kaçarım?"

"Yeterince güç her kapıyı açar. Kilitli olanları bile." Çenemin altından tutup beni yüzüne çekti ve alnımdan bir daha öptü. "O gece seni kim aldı? Armani'yi kim öldürdü?"

Armani onun en sevdiği, özümsediği korumasıydı.

"Özür dilerim," dedim, intikam ateşi bir mürekkep dokunuşu kadar hızlıca gözlerine yayılırken. "Armani benim yüzümden öldü."

"Onun görevi zaten bu." Bunu ikimiz de biliyorduk ama gerçekler bir ruhumuzun olduğunu değiştirmiyordu. 

"Bu görev dışıydı, bu kişiseldi, bu sorumsuzluktu."

Elime yavaşça vurdu. "Kim olduğunu söyle."

"Edip Akşın," dedim gözlerimi siyah bir kan örterken. "Nil'in dedesi, o kadının da babası."

"O kadını araştırırken tanımıştım Edip'i."

Duraksadım. "Nalan'ı mı araştırdın?"

"Televizyonda seni dövdüğünü gördüm." Parmaklarını yüzümdeki birkaç bölgeye dokunduğunda aldığım darp izlerini okşadığını anladım. "Gerekeni yapacağım, merak etme."

"Ben haksızdım, Nalan'a bir şey yapma abi. Uzaktan bir şekilde zarar vermeyi deneyeceksindir ama yapma." Onu ciddiyetle uyardım. Abilerim bir şeyi gerçekten ne zaman istediğimi ve istemediğimi anlardı. "Beni buradan çıkarmanızdan başka şey istemiyorum sizden."

"İtalya'dan ahbaplarımız, korumalarımız geldi. Çok kısa sürede buradaki irtibatı sağladık, herkese gerekeni yapacağız ve seni kurtaracağız."

"Büyük babam, babam öğrendi mi? Babam bir daha kalp krizi geçirir abi."

"Onlardan gizliyoruz. Seni ailemize sağ salim götüreceğimiz için endişelenecekleri hiçbir şey olmayacak." Bana şefkatli, yumuşak şekilde gülümsedi. "dante, sana selamını söylememi istedi."

Şaşkın, hüzünlü şekilde gülümsedim. "Angel... Onu çok özledim."

Üzerinde simsiyah bir takım ve tamamlayıcısı olan gömleği vardı. Sevdiğim o parfüm gibi kokmuyordu, demek bir süredir sıkmıyordu. Ben karmakarışık, uzamış saçlarını arkaya doğru tararken, "Edip Akşın sana ne yaptı?" diye sordu bu kez.

Kinlenmiş şekilde, "Yeğeninin mezarına kurşun sıktı," dedim.

Öyle bir ayağa fırladı ki saçlarının elimden nasıl kayıp gittiğini göremedim. Ellerini iki yanına açarak, "Karina'nın?" dedi, kan kaplı bir fısıltıyla. "Mezarına mı dokundu?"

"Evet," dedim hıçkırıp başımı yukarı kaldırırken. "O andan beri Mark'ı ne kadar öldürmeyi istiyorsam Edip'i de o kadar öldürmek istiyorum."

Gömleğinin ilk düğmesini açıp hararetle, "Öldüreceğim," dedi. "Hepsini öldüreceğim. Edip'i, kızını, Deren'i..."

"Deren'i değil," dedim içeriden dışarıya bir bıçak uzunca beni keserken. "Ona dokunmayacaksın."

"Kes sesini!" Bağırınca altdudağım titredi. "Seni hapse attırdı! Davacının o olduğunu öğrendim!"

Ben de sesimi yükselterek, "Öldürmeyeceksin!" dedim. "Ona dokunursan asla affetmem seni!"

"Neden?" Öfkesini teninde bir ağırlık gibi taşıyarak tekrar yanıma yürüdü. "Neden o adama siper olup duruyorsun?"

"Çünkü Deren benim." Onun haberi olmasa da, ruhu duymasa da. "Ve kimsenin ona zarar vermesine izin vermem."

Gözkapağı iki kez seğirdi. "Senin öyle mi?"

"Evet." İtalyanca konuşurken sesim çok kendimden emindi. "Derisi, kemiği, kalbi, ruhu... Hepsiyle benim. Öldürmek yerine zarar versen de yine benim olana zarar vermiş olursun. Kalbine, ruhuna, evine, ailesine dokunmayacaksın. Giydiği cekete, tuttuğu silaha bile dokunmayacaksın. Deren diye biri hiç yokmuş gibi düşüneceksin."

Söylediklerim üzerine dudaklarını sımsıkı birbirine bastırarak sustu. "Niye yaptın o zaman?" dedi sonra da. "Kızını neden kaçırdın?"

"Onun kızı olduğunu bilmiyordum," dedim geçmişimizi düşünerek. "Nil'i parkta gördüm, Karina'ya çok benzediği için benimle olmasını istedim. Bir hataya düşüp kaçırdım, sonra dedesinin çok güçlü olduğunu fark edince Karina'nın katillerini bulmak için kullandım onları. Polise Nil'i kaçıranın organ kaçakçısı Feda olduğunu söyledim. Dilediklerim de oldu. Karina'ya bunu yapanları öğrendim, ona zarar vermiş kişileri öldürdüm ve sonra... iş buralara geldi."

Noah elleriyle yüzünü sıvazlayıp odanın içinde yürüdü. "Ve bunlar sırasında sen o adamla bir şeyler yaşadın öyle mi? Kızını kaçırdığın adama bir de kendini mi teslim ettin?"

Yanına kadar yürüyüp elinden tuttum. Sıcaklığına, şefkatine çok ihtiyacım vardı. "Lütfen," dedim. "Lütfen ona bir şey yapma abi. Bana söz ver."

Müdür odasının kapısı açıldığında abimin elini tutarak omzunun üstünden baktım. Müdür içeriye yanında bir adamla girdi ve yanındaki adam İtalyanca, "Müdür görüşmenizin bittiğini size söylememi istedi," dedi.

Noah sert bir baş sallamayla bana döndüğünde ondan o kadar ayrılmak istemiyordum ki boynuna atladım. Hemen buradan onunla gitmek istiyordum ama bu çok zordu. O yüzden sarılmayı elimden geldiğince uzattım ve kanımdan birisine sarılmanın verdiği o gücü damarlarımda hissettim. "Seni buradan çıkaracağımıza söz veriyorum." Benden ayrılıp gözyaşlarımı sildi, alnımdan öptü. "Ama o adama bir şey yapmayacağıma söz vermem. Senin sözlerin herkesten ileride gelir, yaşamınsa sözlerinden de ileride gelir."

🎠

Utku Ateş.

"Amca, çoyaplarımı yanlış giydirdin! Biyisi pembe, biyisi kırmızı!"

Küçük yeğenim Nil'in azarlayan sesini duyunca telefonumu dizime bırakıp yanıma baktım. Arabanın arka koltuğundaydık, onu hemen göğsüme yakın oturtmuştum ve abim araba sürerken onunla ilgileniyordum. Nil'in sağlık raporunu almak üzere hastaneye gidiyorduk. Bakıldığında abim tek gidebilirdi ama Nil'i yanından o kadar ayırmak istemiyordu ki, bizim de gelmemizi söylemişti ve Nil'i, onunla ilgilenmeyi çok özlediğim için ben hazırlamıştım.

Beyaz, kurdeleleri olan ayakkabılarının içindeki çoraplara bakıp, "Karıştırmış olmalıyım," dedim. Aslında giydirirken de fark etmiştim ama çorapların çiftlerini bulamadığım için bu kez öyle olsun demiştim. 

Uzanıp bej rengi pantolonumun paçalarını sıyırdı ve çoraplarıma baktı. "Kendininkini kayıştırmamışsın amca."

Bilmişliğine dudağımın kenarıyla gülüp yanağına yumuşakça dokundum. Pedagog herhangi bir şiddet görüp görmediğinden emin olmadığı için onu kucaklarken, dokunurken tedbirli olmamızı söylemişti. "Fena mı, yeni tarzın oldu Nil. Bak, çok tatlı görünüyorsun böyle de."

"Ama modamı bozdun amca ya, modam bozuldu!"

Modası mı bozulmuş?

O bu kadar tatlı olarak bana yapacak tek şey bırakıyordu. Yüzüne eğilip yanağından sulu sulu öperken saçlarından gelen o bebek kokusunu içime çektim. Nalan onu dün banyo yaptırmıştı. "Sen modacı, süslü kokoş mu olacaksın bizim başımıza?"

Çenemi ısırıp dilini çıkardı ve koltuktan doğrulmaya çalışarak ön tarafa seslendi. "Baba, amcam bana başka çoyap giydirmiş." Ayaklarını kaldırmaya çalıştı. "Bak, modamı bozdu."

Dalgın dalgın arabayı kullanan abim kızının sesiyle irkilip koltukta ileriye kaydı ve dikiz aynasından Nil'i görmeye çalıştı. Saçları birkaç gündür düzenli olarak uzuyordu, sakallarını da yalnız Nil'i öperken acıtmaması için kesiyordu. Üzerinde siyah tişörtüyle kot pantolonu vardı. Gündüz sürekli Nil’le beraberdi, geceleri de evin içinde hayalet misali dolaşıyordu. Üstelik hayatında hiç olmadığı kadar sessizdi, keşke bilseydim, biraz söz etseydi o sessizliğe karşılık gelen çığlıklardan.

"Yanlışlıkla olmuştur kızım," dedi abim şefkatli bir sesle. "Modan bozulmadı çok güzel görünüyorsun."

"Ama kendi çoyaplarını düzgün giymiş baba. Bilerek yaptı kesin."

Yani, bir nevi aramaya üşenmiştim ama karşılığının böyle tatlı bir sitem olacağını bilsem yine yapardım.

Abim arabayı sol taraftan çevirip kestirmeden girdi ve Nil'den gözlerini alamadan, "İstiyorsan çorap alayım sana," dedi. "Yol üzerinde bir mağazada durup sana istediğin çorabı alayım mı?"

"Yok baba," dedi Nil, abimin kendisine karşı sonsuz bir vaadi olmasının mutluluğuyla. "Evde biy sürü çorabım var."

Çıkmadan önce abimin tarayıp iki kulak yaptığı saçlarına parmağımı doladım. "İste, bir tane daha olsun işte Nil."

"Payamız biter amca," dedi korkuyla. Doğru, Nil'in bilinen bir para sevdası vardı. Bebek koltuğunda biraz kıpırdanıp mavi gözlerini meraklı şekilde babasında dolaştırdı. "Baba bir şey soyabilir miyim?"

"Tabii tırtılım."

Nil'i doğduğu ilk günden beri tutuyordum, büyütüyordum, izliyordum. Bu yüzden o küçücük yaşına rağmen kararsız kalışını görüp sıkıntı hissettim. Bir derdi mi vardı? "Hani benim üstümde çiçekli elbise vaydı," dedi. "O elbise n'oldu?"

Hangi elbiseden bahsettiğini biraz sonra anladım. Onu bulduğumuz gün üzerinde olan elbiseydi. Abim Nil'e, "Kirlenmişti o elbise, attım," dedi. "Senin değildi hem, neden sordun?"

Nil hayal kırıklığına uğramış gibi gözlerini ayırmadı abimden. "Attın mı?"

"Evet," dedi abim ve onun ses tonunun farkında olarak endişelendi. "Temiz mi pis mi bilmiyordum, sana daha güzelini alırım istiyorsan."

"Baba sen n'aptın?" dedi üzülmüş sesiyle. Ellerini kızar gibi kaldırmıştı. "O elbise temizdi, ben çok beğenmiştim. Hatta ilk ben giyinmiştim o elbiseyi! Hem o elbise kimindi sen biliyor musun!"

Abim, geldiğimiz için arabayı hastanenin bahçesine park etti. "Kimindi?"

Nil konuşacak oldu ama sonra aniden sustu. Ellerini indirip parmaklarıyla oynamaya başlarken huzursuz gibiydi ve altdudağını ısırıyordu. Abimle göz göze geldikten sonra kapısını açıp çıktı ve arka koltuktan Nil'i alırken ben de onları takiben hareket ettim. Nil'i göğsüne yasladı ve yeğenim ayaklarını abimin karnına koyup onun tişörtünü yukarıya çekiştirmiş oldu. "Söylesene güzel kızım, kimindi o elbise, kim giydirdi sana?"

Nil bakışlarını başka yerlerde dolaştırarak, "Hatırlamıyorum," dedi.

"Ama elbiseyi ilk kez giydiğini hatırlıyorsun," dedi abim onun saçlarını okşayarak.

Nil bir daha abime bakıp sonra konuşmadan onun omzuna yaslandı. Arkalarından giderken gözüm bir an telefona takıldı. Bugün ilk kez Ece'ye mesaj atmıştım ama henüz yanıt vermemişti. Ona Nil'i görmekister misin, yazmıştım.

Hastaneden içeriye girdiğimizde etraftaki kadınların bakışlarını fark edip abimin tişörtünü düzelttim ve o bana tek kaşını kaldırırken omuz silktim. Asansör kullanmak yerine iki üst kata merdivenlerden çıktık ve Nil abimin omzunun üstünden bana eşek suratı yaparken, ben de ellerimi başımın üzerine koyup dilimi çıkardım.

Gülerek öpücük atınca huzursuzluğum biraz dağıldı.

"Gelmişken omzuna da baktıralım Utku."

Omzumdaki yarayı hatırlayınca bir parça gurur acısı hissedip, "Günler geçti, iyiyim abi," dedim.

"Baktırırız, daha iyi olur."

"Evet amoye mi, baktıyalım."

Nil'in söylediği şeyi anlamayarak kaşlarımı çattığımda abim de duraksayarak yüzünü geriye çekti. "Ne dedin sen?"

"Amoye mio dedim." Nil masum masum gülümsedi.

Telaffuzu sıkıntılıydı, bu yüzden emin olamıyordum ama İtalyanca konuşuyordu. Hatırladığım kadarıyla bu kelime aşkım anlamına geliyordu. Nasıl ve kimden, ne konuşulurken öğrenmişti?

"Bunu nereden öğrendin Nil?" diye sordu abim.

Nil bir şey demeyip başını önüne eğdi.

"Nil?" diye tekrar etti abim.

Nil endişelenmiş gibi etrafına baktı. Bunun üzerine abim üsteleyemedi, tekrar soramadı, bir şey diyemedi. Alnını yeğenimin alnına yaslayarak derin bir iç çekti. "Ah babacığım, bir bilsem, bir anlasam seni."

Düşünceli düşünceli onları takip ettim ve abim, sağlık raporu konusunda doğrudan başhekimiyle iletişim kurduğu için adamın odasına ilerledik. Abim Nil'i iki yanağından öpüp bana emanet etti. Yeğenimi sıkıca kucakladığımda, "Hemen döneceğim," dedi, eğilip Nil'i bir de ensesinden öptü. Öpmeye, sevmeye, sarılmaya doyamıyordu. "Buradan sakın ayrılmayın."

"Emredersin lordum," dedim sırf Nil'i gülümsetmek için ama o sırada yeğenim dalgın dalgın etrafına bakıyordu.

Abim kapıya döndü ve yumruğunu sıkıp gevşeterek içeriye girdi. Arkama yaslanarak onun çıkmasını bekledim. Abim sağlık raporunu herkesten önce almak istiyordu, başhekim önce onu aramıştı. Allah'tan Nalan o sırada bizim evde değildi de peşimize takılmamıştı. Her gün bize geliyordu, hatta birkaç gece kalmıştı. Abim Nil için alttan alıyordu, Nil annesini özlediği için haliyle sabır gösteriyordu ama zaman zaman kriz yaşanıyordu. Abim velayeti almakta kararlıydı, Nalan da yeni bulmuşken Nil'den ayrılmak istemiyordu.

Sanırım bu noktada küçük de olsa Nil'e de fikir sorulacaktı.

Abim biraz sonra elinde kapalı bir zarfla dışarıya çıktığında alnında boncuk boncuk ter damlaları vardı. Henüz sağlık raporunu görmemiş gibiydi. Nil'e uzanıp kucağına aldı ve hemen özlemiş gibi onunla konuşmaya başlayarak aşağıya indi.

Abimle Nil beni beklerken kolumu acildeki doktora gösterdim. Pansumanımı değiştirdiler. Dakikalar sonra eve dönmek üzere arabanın arka koltuğuna oturmuştum. Nil tekrar yanıma yerleşti ve yol boyunca çoraplarının farklı renklerine yakındı. Aramızda birbirimizle çatıştığımız ama birbirimiz olmadan yapamayacağımız bir iletişim vardı. Çok şımarık değildi ama abimle bana karşı inanılmaz şımarıyordu, açıkçası hoşuma gidiyordu. Kaç kez amca olacaktım ki? Hayatta en sevdiğim kız olmasının ayrıcalıklarına elbette sahip olacaktı.

"Ben de sana bir siyah biy beyaz çorap giydireceğim amca..." 

Araba akşamüstü eve ulaştığında Nil hâlâ benimle uğraşıyordu. Abimin arkasından Nil’le beraber dışarıya çıktım ve abim önümüzden yürürken dönüp dönüp kontrol etti. Bahçe kapısı önünde bir koruma vardı, abim onu bir tanıdığı aracılığıyla bulmuştu. Yedi yirmi dört buradaydı, hiç ayrıldığını görmemiştim. Tuvalet ihtiyacını nasıl karşıladığı bile muammaydı.

Abim sokak kapısını açtığında cebimdeki telefonum titremişti. Nil'i eşiğe bıraktım ve abim eğilip onun ayakkabılarını çıkarırken dizlerinden öptü. Sonra ev ayakkabılarını giydirdi. "Acıktın mı babacığım?"

"Makayna yapay mısın baba?"

Abim doğrulmak üzereyken duraksadı ve başını salladı. O sırada cebimden çıkardığım telefon ekranına bakınca mesajın Ece'den geldiğini gördüm. Altdudağımı ısırarak açtığımda, tabii ki, diyen coşkulu mesajını gördüm. Nil de beni görmek isterse.

Gönderilen: Ececik.

Sokağa çıkıyorum, sen de gel.[SE6] 

"Abi," dedim sırıtarak başımı kaldırınca. "Ece Nil'i görmeyi çok istiyor, Nil'i birkaç dakika sokağa çıkarabilir miyim?"

Abim katı şekilde bana bakınca reddedeceğini anladım ama Nil yerinde zıplayarak, "Ece," diye bağırdı. "Sen Ece'yi tanıyoy musun amca? Biz onunla çiçek suladık, biliyoy musun?"

Abim elindeki zarfı sıkarak Nil'e döndü. "Ece'yi mi görmek istiyorsun?"

Nil, babasının kendisine kayıtsız kalamayışından mutlu şekilde bir daha zıpladı. "Sen izin veyiysen baba."

Sinsiye iç çektim. Özellikle böyle söylüyordu, abimin gönlünü kazanmak için. Abim ona göz kırpıp bana parmağını salladı. "Yanından bir saniye ayrılmayacaksın ve beş dakika içinde burada olacaksınız."

"Kucağımdan bile indirmeyeceğim abi."

Abim kararsızca ensesini kaşıdı ve telefonuma bildirim düşünce eğilip Nil'i kucakladım. Omzundan ısırarak onu güldürdükten sonra arkamı döndüm ve abim bizi izlerken bahçe boyu yürüdüm. Sokağa çıktığımda Ece'yi kaldırımda bizim eve bakarken buldum. Sokak lambaları yanmış, sarı ışık yüzünü aydınlatmıştı. Bizi gördüğü an kaldırımdan indi ve yanımıza koştu. Dalgalı, kumral saçları akşam rüzgârında uçuşuyordu. Kafa üstü kulaklığı ensesindeydi ve üzerinde oversize, içine crop giydiği gömlekle altında kargo pantolonu vardı. Nil Ece'yi görüp çığlık attı ve kollarını ona uzattı. "Ece abla, ben seni çok özledim."

O istediği ve Ece güven verdiği için yeğenimi ona teslim ettim. Ece, Nil'i kucaklayıp yüzüne dolmuş gözleriyle bakarken, "Ben de seni," dedi hemen. "Görüşmeyeli uzun zaman oldu, nasılsın?"

"İyiyim," dedi Nil, sanki onun için bu kadar endişeli olmamız garipmiş gibi omuz silkerek. "Sen nasılsın? Yüz gün oldu göyüşmeyeli."

Ece onu iki koluyla birlikte kucaklayıp gözlerini sanki bir şey olup olmadığına bakar gibi üzerinde dolaştırdı. "Seni görünce çok iyi oldum. Uzun zamandır seni düşünüyordum. Nil acaba nasıl diye."

"Niye ki?" dedi Nil, göz ucuyla da bana bakarak. "İyiyim ben."

"Saçların uzamış," dedi Ece ve onun saçlarına dokununca yeğenim biraz utandı. Parmağımla altdudağımı kaşıyarak omzumu bahçe duvarına yasladım ve ben de Nil'in atkuyruğuna dokununca ellerimiz Ece ile birbirine değdi. Bununla beraber bana yoğunlaşan bakışları kirpiklerinin ağırca kalkmasına sebep oldu. Elimi onun elinin üzerinden geçerken, "Selam," dedi bana da. "Nasılsın arkadaşım?"

O elini elimin altından yavaşça çekerken, "İyiyim arkadaşım," dedim.

Nil ikimiz arasında dolaştırdı gözlerini. "Amca siz arkadaş mı oldunuz?"

Ece onu kucağında döndürerek gülümsetirken, "Evet," dedi. "Amcanla arkadaş olmaya karar verdik."

Nil, bu konu hakkında diyecekleri varmış gibi düşünceli şekilde burun kıvırdı. "Ama siz benim aykadaşımdınız. Şimdi biybirinizle arkadaş oldunuz. Ben n'olacağım?"

Bu söyledikleri Ece'ye gülmesi için bir şeyler verdi. "Seninle de arkadaşız. Üçümüz birbirimizle arkadaşız."

"Ben amcamı öpüyorum, sen de öpüyoy musun?"

Ece dudaklarını ısırıp saçlarını yüzüne doğru döktü ve konuyu değiştirerek, "Dönmene çok sevindim," dedi. "Bir daha gitme olur mu?"

"Kaymen çağırırsa belki gideyim ama biyaz kalıp döne..."

Nil konuşması bitmeden sustu ve elini ağzına kapatıp kafasını iki yana salladı. Bunun üzerine Ece endişeli tavırla bana baktı. Onun adının geçmesiyle beraber omzumdan aldığım kurşun yarası sızladı. Ve tabii sızlamasının sebebinin fiziksel acı olmadığı, o an yalnız benim bildiğim bir gerçekti. Nil'i kucağıma geri alarak, "Bir şey mi söyleyecektin güzelim?" dedim ürkütmeden.

"Yok," dedi hemen ama gözleri endişeli bakıyordu.

Alnından öptüm ve Ece tekrar kaldırıma çıkıp çekimser şekilde yanıma sokuldu. Omuzlarımız birbirine temas edince crop tişörtüne, gömleğine, uçuşan saçlarına yeniden baktım. Parmak uçlarında yükselip kulağıma yaklaşınca nefesiyle biraz ürperdim. "Karmen ona bir şey yapmamış değil mi?"

Nil'in duymaması için fısıldıyordu ama bu soruya net bir cevabım yoktu. Sağlık raporu abimdeydi, belki de açıp bakmıştı. Yüzümü çevirince Ece'nin yüzüne istemsiz olarak yaklaştım ve cevap bekleyen meraklı, büyük gözlerine baktım. "Mesajıma neden bu kadar geç cevap verdin?"

Soruyu sorduktan üç saniye sonrasında bile birbirimize sessizce bakıyorduk ve Nil'in parmak şıklatma sesi duyuluyordu. Ece gözlerini yüzümün altında dolaştırıp, "Mezuniyet için elbise bakıyordum, dışarıdaydım, şarjım yoktu," dedi. "Kusura bakma geç cevap verdiğim için."

Nil beni öperken onun gözlerine bakıyordum. "Bilerek cevap vermediğini düşündüm."

Dudaklarını birbirine bastırarak başını iki yana salladı. 

"Aldın mı?" diye sordum bu kez. "Mezuniyet elbiseni?"

"Aldım."

"Ne zaman giyeceksin?"

"Mezuniyetim haftaya, cumartesi."

Arkaya doğru bakıp evini kontrol edince çabucak geriye dönmeyi istediğini anladım. Nil Ece'nin saçlarını yakalayıp okşadığında, Ece ona dönüp gülümsedi. "Bir ara gel, sana ektiğim yeni çiçekleri göstereyim."

Sanırım bu aralarındaki iletişimde rutine binmiş bir şeydi. Nil hoş karşılayıp, "Tamam," dedi. "Utku'cuğum getirir beni."

"Utku'cuğun?"

Nil kafasını sallayınca Ece sempatik şekilde gülerek yanağına eğildi ve onu öptü. Arkadaş olduğumuz için ben de bir şaka yapmak isteyerek yanağımı uzattım ama Ece utanarak kaçarken, Nil öptü beni. "Sen de hep öpücük istiyorsun amca."

Öpücüğü kendisinden istememi sanmasına gülümseyip ben de ona öpücükle yanıt verdim.

"Hoşça kal Nil, yarın yine görüşelim."

"Babam izin veyiyse ve amcam getiriyse olur."

Ece arkasını dönüp kendi evlerine doğru yürüdü. Bahçe kapısını açıp içeriye girdikten sonra bize dönüp el salladı. Evleri güzeldi ama rengârenk çiçekler daha da güzelleştiriyordu. Aslında ailesinin maddi durumu bu evi alacak kadar iyi değildi ama dedesinden kaldığını öğrenmiştim. 

"Ece çok güzel," dedi Nil arkasından ve ben iç çekip ona katılırken kollarını boynuma doladı. Kaldırımda ilerleyip kendi bahçemize girerken korumaya göz attım. Nil o sırada kulağımdaki gümüş küpeyle uğraşıyordu. "Amca sana da pembe küpemi takalım mı? Pembe taşlı olan vay ya?"

"Hayır, kırmızı taşlı olanı istiyorum ben."

Onunla aralık kalan sokak kapısından içeriye girdim ve Nil'i yere bırakıp kapıyı ardımdan kapattım. Aynı anda büyük bir gürültü duyunca irkilip hemen dizlerimin önündeki Nil'i omuzlarından tuttum. Nil korkarak gözlerini açmışken sesi takip edip yukarıya baktım. Yanılmıyorsam üst kattan patlamıştı ses. Yürüyerek salona, mutfağa baktım ve kimsenin olmadığını gördüm. Nil'i kucaklayıp salondaki koltuğa oturturken, "Sen burada kal, ben babana bakıp geliyorum," dedim.

Hızlı hızlı başını salladı. Korkularını ufaltmak için gülümseyip arkamı döndüm ve koşarak üst kata çıktım. Abimin kapısını açmadan önce tıklattım ama yanıt almayınca sessizce açtım. Açık renkli parkelere sıçramış sıvıyı ve halının üstüne dağılmış cam kırıklarını gördüm. Sonra da ağır alkol kokusu alıp içmeye başladığını gördüm. Bunu, geçtiğimiz haftada iki kez daha görmüştüm. Oysaki Nil hayatındayken alkol tüketmezdi.

Başımı kaldırırken yerde parçalanmış kâğıtları gördüm ve nefesim kesildi. O kâğıt parçaları sağlık raporuysa ve abimin onu parçalarına ayırma sebebi... istemediği bir sonuçla yüzleşmesi miydi? Abimi geniş, siyah giyinme dolabı önünde görünce camlara basmadan arkasından yaklaştım. Kasasını açıyordu.

"Abi?" diye seslendim.

Hiddetle alçalıp yükselen omuzları duraksadı. "Nil nerede?"

"Aşağıda."

"Yanına in."

Kasayı açıp biraz içeriye eğildi ve alacağı ne varsa eğilip kapattıktan sonra arkasını döndü. Elinde, o gün Karmen'e doğrulttuğu silahı gördüğümde kemiklerim vücudumda ters dönmüş gibi bir rahatsızlık hissettim. "Silahı... neden çıkardın?"

"Öldüreceğim," dedi silahı pantolon kenarına yerleştirip tişörtle üstünü örterken.

Yerdeki kâğıt parçalarına, ardından da abimin allak bullak olmuş yüzüne baktım. Gözleri bana bakıyordu ama bir perde inmiş gibi buğulu, odaksızdı. Sonraki hamlesini tahmin edemeyeceğim bir ruh haliyle bakıyordu. "Kimi? Karmen... hapiste."

"Abilerini! Noah'ı, diğerlerini, ailesini! Hepsini!" O kadar bağırdı ki, ağzı o kadar açıldı ki boğazını görebildim. Dişleri sinirle altdudağına çarpıyordu. Boynunda kırmızı benekler oluşmuştu. "Hepsinin hayatını sikeceğim, benim kızıma zarar vermenin bedelini ödeyecekler!"

"Raporda... Ne yazıyordu?"

"İç kanama geçirmiş!" Bunu söyledikten sonra kendisi de bu söylediğine inanamamış gibi elinin tersini dudaklarına bastırdı. "Raporda yazıyordu."

"Ama... Nasıl olur? Hastanede Nil'e baktırdık, doktorlar sağlıklı dedi." Şaşkınlıktan ağzımı zor açıp kapatıyordum.

"Kahrolasıca kâğıtlarda öyle yazıyor!" Yerdeki kâğıtlara bakarken onlardan uzaklaşmayı istiyormuş gibi geriledi. "Karmen... Nasıl buna sebep olabilir? Nasıl yapmış olabilir? Bize rağmen bunu nasıl yapar."

Yere eğilip kâğıt parçalarını topladım ama bir araya getirip okuyamıyordum, ellerim titriyordu. Gerçekten bu olduysa, Nil geçen zamanda iç kanama geçirdiyse ve buna o ya da ailesi sebep olduysa...

"Bana rağmen nasıl yapabilir bunu?" Abimin dudaklarından çıkan her söz hayal kırıklığı doluydu. 

"Bir hata olamaz mı abi?" dedim bu kadarına inanmak istemeyerek.

"Hiç mi demedi o Deren'in kızı, zarar veremem, incitemem... Ama ben kimim ki kızım da onun için bir şey ifade etsin..."

Gözlerime öfke oturduğu için yazılanları okuyamadım ve doğrulup abime ilerliyordum ki, bağırarak ellerini suratına vurarak ensesine götürdü. "Yanımda kalbinin hızlı atmasını sağlayan tek şey, bu oyundan aldığı heyecandı belki de," diye fısıldadı.

"Abi," diyerek sakinleştirmek için bir şeyler bulmaya çalıştım. "Polisler ailesinin bu işi yaptığına dair hiçbir kanıt bulamadıklarını söyle..."

"Aklımla alay etti," dedi benim söylediklerimi duymadan, kendi kendine gerçekleştirdiği bir fısıltıyla. "Nil incinirken ben ona inanıp, ona aldanıp saatler boyunca..." kendine olan öfkesiyle ellerini suratına bir daha vurunca yanına koşup kolundan tuttum. "Abi, önce bir sakin ol," diyordum ki beni ittiği gibi haykırdı. "Neyine sakin olacağım? Nil'e n'oldu da iç kanama geçirdi, abuk sabuk bir sürü tıbbi terim yazıyor, gidip soracağım o doktorlara da! Ama önce o abilerini öldüreceğim..."

Abimin önüne geçmeye çalıştım. "Tamam, ben de seninle gelirim ama önce bir dur abi, onlar mafya ve çok kalabalıklar."

Beni itip öne çıktı ve nefes almadan yürüyordu ki duraksadı. Gözlerinin kilitlendiği yeri takip edince Nil'e baktığını görüp yutkundum. Odanın kapısı önünde, endişelenmiş şekilde bizi izliyordu. Biraz da korkmuş görünüyordu, çünkü abim Nil'in yanında hiç böyle davranmazdı. "Baba, kavga mı ediyorsunuz?"

Abim daha ağır adımlarla Nil'in yanına ilerledi ve yüz yüze bakabilmek için eğildi. Nil'in kapının pervazına koyduğu elinden tutup üzerini okşadı ve öperek, "İyi misin?" diye sordu.

Nil, abimin sesi yumuşayınca güldü. "İyiyim babam."

Gerçekten de bizimle beraberken iyiydi ama huzursuzdu, onu tanıyan birisi olarak hissediyordum. Abim kolunu Nil'in beline dolayıp daha yakınına çekerken, "Sana bir şey sorabilir miyim?" dedi, sesini kısık tutmak için çaba veriyordu. Bir dakika önceki adamı içinde saklıyor, Nil'e göstermemeye çalışıyordu. 

"Soyabilirsin."

"Karmen," dedi abim abiden. Nil'in yanında ilk kez onun adını bu şekilde anıyordu. Sanki sormak için kararsızmış gibi bekledi ve Nil gözlerini kaçırınca, yutkunarak ellerinden bir daha öptü. "O... Ormandaki kadın, sana hiç..." sormaya cesaretinin olmaması tekrardan susmasını sağladı. "Sana hiç kötü bir şey yaptı mı Nil? Mesela... Hani böyle... Vurdu mu sana kızım? Hı babacığım? Canını acıttı mı?"

Nil'in önce gözleri büyüdü, hayret etmiş gibiydi. Bir şey diyecekken durup bakışlarını kaçırdı. "Ben Kaymen'i tanımıyorum ki."

Alışkını olduğumuz bu cevabı duyduktan sonra abim sabırsızca nefes alıp, "Nil," diye fısıldadı. "Tanıyorsun babacığım, onu tanıyorsun. Korkma, bak burada bizden başkası yok. Doğruyu söyle bana, çok ihtiyacım var kızım."

Nil bu ısrar karşısında paniklemiş görünüp, "Baba," dedi. Sesi bu defa duygusaldı. "Bana kızma, ben bilmiyorum ki."

"Hayır hayır, kızmıyorum babacığım." Nil'e gerçekten ondan yardım istiyormuş gibi bakıyordu. "Çok özür dilerim sana bunu sormak zorunda kaldığım için, affet beni ama... öğrenmem lazım Nil." Ruhunda yaşadığı o cehennemin, kalbinin yerini ve şeklini aldığını hissediyordum. "Bizden ayrı, uzaktayken birisi, birileri... sana böyle sertçe dokundu mu? Canını yaktı mı?"

"Baba, hayır." Nil ağlamaya başlayıp bir eliyle gözyaşlarını silince, abim onu göğsüne çekti. "Kimse bana vuymadı." Bu söylediği titreyen ellerimin uyuşmasını sağladı ve abimin verdiği derin nefesi duydum. Nil'i daha sıkı kucaklayıp saçlarını öperken, "Özür dilerim," dedi bir daha. "Sana bunları sorduğum için çok özür dilerim kızım." 

"Baba, bana kimse vuymadı," diye tekrarladı ve ardından huzursuzca daha çok ağladı, abimin göğsüne kapandı. Abim onu kalbine sıkıca bastırırken, yere çöküp kapının ağzına oturdu. "Bana kızmayın, ben biy şey yapmadım."

"N'olur doğruyu söylüyor ol Nil. Korkudan söylemiyor olma... Kimse seni incitmemiş olsun. Doğruyu söylüyorsun değil mi tırtılım?"

Nil art arda başını salladı.

"Doğruyu söylüyorum baba."

🎠

Karmen Russo.

Abimin gelmesinin üzerinden geçen iki günden sonra, akşamüstü Gece'nin getirdiği çikolatadan kalanları yiyordum. Üç tane çikolata getirmişti ve ikisini bitirmiştim. Üçüncüsünü de gün içinde parçalarına bölerek, az az yiyordum. Pişen yemekler tatsızdı, zaten yiyesim de yoktu ama birini seçecek olsam çikolatayı seçerdim. Hem... Bana Karina'mı ve tırtılımı hatırlatıyordu.

"... ülkemizi günlerdir çalkalayan kaçırma olayı, bugün basına sızan bir haberle heyecan kazandı. İtalyan yetkililerin Türk yetkililerle görüştüğü, suçlunun iadesinin istendiği öğrenildi."

Fıstıklı çikolatayı ağzımda eritirken kulağıma gelen haberin sesini duyup yumruğumu yanımda sıktım. Hakkımdaki haberler koğuştaki mahkûmların dikkatini çekiyordu ve ben hiçbirini kale alıp cevap vermediğim için aralarında konuşuyorlardı. Ranza arkadaşım hâlâ üst katımda kalıyordu, birbirimizle hiç konuşmadığımız, yalnız baktığımız için [SE8] koğuştakiler onu bıçaklayanın ben olduğunu tahmin ediyorlardı. Fakat kimse bir şey sormuyordu.

Çikolatanın yapışkan, susatan tadını yutkunarak geçiremeyince yatağımdan kalkarak masaya yürüdüm. Suyu karton bardağa koyup içerken hiçbir insanlık taşımayan gözlerle Serap'a baktım. Ta ki o gözlerini kaçırana kadar.

Koğuş kapısından gelen gürültülü sürgü sesini duyunca, kontrol veya ziyaret günü olmadığı için merak ederek kapıya döndüm. Gardiyan sürgünün arkasından içeriye baktıktan sonra kapıyı açıp içeriye girdi ve gözlerini üzerimizde dolaştırıp bende sabit kaldı. "Ziyaretçin var.”

Elinde tuttuğu kâğıdı, ardından gardiyanın ifadesiz yüzünü süzerek, "Benim mi?" diye sordum inanamadığımdan. "Bugün ziyaret günü değil."

"Savcılıktan özel izin alınmış." Koridoru gösterdi.

Su, dudaklarımdaki sessizliği bile küle çeviren ateş oldu bir anda. "Kimmiş?"

"Deren Ateş." Elimdeki bardak düşüp yerde yuvarlanmasına rağmen o an en yüksek ses kalbimden gelmişti. Kelimelerse küllerimden doğmuştu. Küller benim, ateşimse o. "Kendisi ziyaretçin, seni görmek için bekliyor." 


BÖLÜM SONU.